ÇEKİRDEK ACI

Çekirdek Acı

Çekirdek Acı

“Bazı yaralar kapanmaz çünkü senden çıkmaz. Sen o yaranın çevresine inşa edilmişsindir.”

-Acıya Uyumlanmış Hayatı Yaşayan-

Çoğu zaman kim olduğunu, nasıl biri olduğunu, neye benzediğini düşünürsün. Fakat çok az zaman, neden öyle biri olduğunu sorarsın. Çünkü bu sorunun yanıtı bir yere çıkarır seni, bir yaranın ortasına.

Ama bu yara kanamaz. Bağırmaz. Dışarıda görünmez. İçeride yankılanır. Tıpkı bir boşluk gibi değil, tam aksine, fazlasıyla dolu bir merkez gibidir. Sessiz ama sürekli. Geriye çekilmiş ama belirleyici.

Sen sandığın şeyin çoğu, aslında bu yaranın çevresine örülmüş savunmalardır.

Çekirdek Acının Doğası

Çekirdek acı, yaşanmış bir travmanın anısı değildir. Daha temel, daha ilkeldir. O, varlığının içine işlemiş bir eksiklik hissi, görülmemişlik, terk edilme, yetersizlik, değersizlik, suçluluk ya da hiçlik duygusudur. Ve bu duygu, yalnızca zihinsel bir anlatı değil bedensel, duygusal ve ruhsal bir çöküntü alanıdır.

Winnicott, sahte benlik kavramını anlatırken, çocuğun gelişiminin yeterince iyi annelikle desteklenmemesi hâlinde gerçek benliğini korumak için bir “maskeli benlik” oluşturduğunu söyler. Bu maske, ihtiyaçlarını bastırarak dış dünyanın beklentilerine göre şekillenir. Ve işte o bastırılan ihtiyaç, farkına varılmayan hayati özlem, çekirdek acı hâline gelir.

Bu yara ne zaman oluştu bilinmez. Bir gecikmiş bakışta, reddedilmiş bir ağlamada, annenin duygusal varlığına ulaşamamakta… Belki baba oradaydı ama ruhen uzaktaydı. Belki kimse kötü bir şey yapmadı ama kimse derin bir şey de hissettirmedi. Ve sen, hissetmekten vazgeçip, strateji geliştirmeye başladın. Çünkü hissetmek acı veriyordu.

Enneagram ve Çekirdek Acı

Enneagram’daki her tip, bu çekirdek acının etrafında şekillenir. Tip 2 için “sevilmeme”, Tip 4 için “eksiklik”, Tip 8 için “incinebilirlik”, Tip 5 için “işgal edilme korkusu” gibi… Ama bunlar sadece dışa yansıyan temalardır. Altında daha ince bir doku vardır; var olmaya hakkın olup olmadığını sorgulatan bir kırılma.

Çekirdek acı, senin karakterini oluşturmaz, karakterini yönlendirir. Tipin tüm savunmaları, bakış açıları, stratejileri, bu acıyı duymamak, ondan kaçmak ya da onu telafi etmek üzere organize olur. Ama acı kaybolmaz. Bastırıldığında karakter olur. Ertelendiğinde davranış olur. Dönüştürülmeden hayata karıştığında, seni tekrar tekrar aynı hikâyeye sokar.

Hep onay peşindeysen, bir zamanlar görülmediğin bir anı unutamıyorsundur. Kimseye yük olmamaya çalışıyorsan, bir zamanlar ihtiyaçlarının utandırıldığı bir sessizlik vardır içinde. Daima güçlü görünüyorsan, bir zamanlar incindiğini kimse anlamasın diye kalın bir kabuk örmüşsündür. Sürekli gülen yüzünün ardında, kimse seninle derinleşmiyorsa, belki derinleşmekten korkuyorsundur.

Çekirdek acı, davranışın görünmeyen köküdür. Senin kimliğin değil ama tepkilerinin merkezi hâlidir. Onunla yüzleşmediğinde, hayatın seni hep aynı yere geri çağırır, terk edilme, başarısızlık, yalnızlık, görünmezlik, güçsüzlük…

Ve sen her seferinde şaşırırsın, “Yine mi aynı şey?” Evet. Çünkü o yara, hâlâ konuşuyor. Ama sen hâlâ dinlemiyorsun.

Felsefi ve Spiritüel Perspektif

Şair Rainer Maria Rilke, şöyle der: “Belki de hayatımızın tüm ejderhaları, aslında sadece bir kez olsun hayal ettiğimiz gibi davranmamızı bekleyen prenseslerdir.” Belki de senin içindeki o yara, sadece bir kez onunla kalmanı, kaçmadan, üstünü örtmeden, analiz etmeden, sadece orada olmanı bekliyor.

Çekirdek acı, bir düşman değildir. O, seni yüzeye taşıyan ilk itici güçtür. Ama o acının bilincine varmadan yaşarsan, seni karanlık bir kabuğa hapseder.

James Hillman, çektiğimiz acıların bireysel değil, arketipsel olduğunu söyler. Yani bu acılar sadece sana ait değildir, insan ruhunun ortak kaderidir. Bu yüzden acıya direnmek, yalnız kalmaktan korkmaktan daha derin bir yalnızlığa sürükler.

Çekirdek acını sahiplendiğinde, onu varlığının sesi olarak duymaya başlarsın. Bu ses, seni karanlığa değil, derinliğe çağırır. Çünkü sen, sadece ışıkla değil karanlıkla da tamamsın. Yarayı reddetmek, kendi doğanın bir parçasını inkâr etmektir.

Sufiler, “Yaralı yerden ışık sızar” demezler. Onlar, “Işık zaten yaradır” derler. Çünkü hakikate ulaşmak, içsel bir eksikliğin, bir özlemin, bir arayışın içinden geçmeden olmaz.

Hallac-ı Mansur, “Ben O’yum” demeden önce “Ben kimim?” diye haykırmıştı. Bu haykırış, acının dile gelmesidir. Sen de kendi acının dilini bulmadıkça, hiçbir dua gerçekten senin sesin olmaz.

Dönüşümün Kapısı

Çekirdek acını anlamak, seni yalnızca psikolojik değil, ontolojik olarak da dönüştürür. Çünkü bu acı, sadece yaşadığın bir eksiklik değil hayatla kurduğun bağın ilk çatlağıdır. Ve her çatlak, bir giriş kapısıdır.

Yarayı açan bazı soruları sormak gerekir: Hayatındaki tekrar eden temalar hangi acıyı saklıyor olabilir? Hep kaçındığın duygu, aslında en çok görülmek isteyen yerin olabilir mi? Kim olurdun, eğer bu yaran hiç olmasaydı? Ve… kim olabilirsin, bu yarayı kabul edersen?

Yaradan geçerek ulaşılır dönüşümün kapısına.  Çekirdek acıdan kurtulamazsın. Ama onunla yüzleşebilirsin. Onunla kalabilirsin. Ve en önemlisi onunla hareket etmeyi öğrenebilirsin. Acı, seni yöneten değil sana yön veren olabilir.

Sadece bir soru sormaya hazır ol! Bu yara bana neyi anlatıyor? Ve belki, bir gün onun da bir davet olduğunu duyarsın.

Daha derin bir okuma için bu linkteki kitaplara bakabilirsiniz. Ayrıca kategorideki diğer yazılara bakabilirsiniz.

Bir yanıt yazın